“O’nun rengi bakanlara huzur veren sarıdır…” (Bakara-69)
Üniversite
ikinci sınıfta iken sınıfımıza yatay geçişle bir kız gelmişti. Tarif
edilebilecek bir güzellik değildi. Saçları baldan bir şelale misali
omuzlarından akıyordu. Gözlerinde hayatın sırrı/anlamı vardı. Elleri bademli
kurabiye, tırnakları bonibon şekeri… (zaten sürekli tırnaklarını yerdi, yerinde
olsam ben de yerdim). Yanakları Elegan bayram şekeri (sıksan vişne fışkıracak)
gibiydi. Sınıftaki diğer kızlar onun yanında laboratuvardan kaçmış yarı
organel, birer primitif canlı gibiydiler benim gözümde. Zaten bizimki sınıfa
her girdiğinde diğer kızlar hasedinden tırnak uçlarını ısırıyorlardı (Allah kem
gözlerden sakınsındı, nazarlardan korusundu, hasetçilerin şerri başlarına
yıkılsındı… âmin). Bense onu her gördüğümde haşlanmış lahana gibi kendimi
salıyordum. Eriyip gidiyordum, yok oluyordum. Gerçekten yok oluyordum,
görünmüyordum, kız beni görmüyordu, göremiyordu.
Sanki bu
dünyadan değildi hatta bu âlemden değildi. Belki de sınıfımızdaki bazı
dinsizleri imana getirmek için cennetten sınıfımıza özellikle gönderilmişti,
kim bilir…
“pekiyi,
konuştun mu o kızla?”
Tabi ki hayır!
O güzide bir ailenin, Türkiye’nin güzide bir kolejinden mezun olmuş bir tanecik
kızıydı. Bense Anadolu’nun gerçekten var mı diye merak edilen bir ilinin varoş
bir mahallesinde büyümüş biriydim. O’nun babası fabrikatördü. Benimse sabahları
cebimden bozuk para araklayan bir babam vardı. Yani, benim o kıza bir şeyler
teklif etmem, şarkıcı Hadise’nin Delioğlan parçasının türkücü Latif Doğan
tarafından seslendirilmesi gibi abesti, gereksizdi…
Derslere konu
olacak bir iletişim sorunu yaşıyordum adeta. Bırak kıza açılmayı, üç yıl
boyunca kızla 1 (bir) kelime bile konuşmadım. Bir selam bile veremedim. Ne
zaman günaydın diyecek olsam, büyük bir keramete şahitlik eden kocakarılar gibi
ağzım açık, öylece mal gibi kalıyordum.
Günler,
haftalar, aylar, yıllar derken üç yıl geçmişti ve ben hala kızla bir kelime
bile konuşamamıştım. Okulun son günleriydi, son finallere giriyorduk.
Kararlıydım, bir iki kelime de olsa bir şeyler konuşacaktım. “günaydın, selam,
ne haber, nasıl gidiyor, sınav nasıldı…” mutlaka bir şeyler konuşacaktım.
Konuşmalıydım yoksa içime dert olacaktı, gözüm açık gidecektim.
Planımı
yaptım: yarınki sınavda bir şekilde arkasında, önünde, sağında veya solunda
oturacak ve sınav esnasında silgi isteyecektim, kafama koymuştum. Eziklik
yarışmasında verilecek tüm ödülleri toplamaya yemin etmiştim sanki. Yarın oldu,
evet büyük gün! Planım kusursuz işliyordu, kızın önünü kapmıştım. Heyecandan
kalbim deli gibi göğsümü yumrukluyordu. Sınav başladıktan bir süre sonra tam
arkamı dönüp son darbeyi yapacaktım ki… Böyle şans olmaz olsun!
Bilirsiniz, vize ve finallerde adettendir diye ne olur ne olmaz elimize bir şeyler yazarız, kopya mahiyetinde. Ben de sınavdan önce elime bir şeyler karalamıştım (b*k yiyeydim). Tam arkamı dönüp silgi isteyeceğim sırada gözetmen beni gördü, yani elimi gördü. Gözetmenle sınıftan çıktık. Silgi isteyemedim, yetmezmiş gibi bir de rezil oldum. Kızla konuşamayışıma mı yanayım, kopya skandalına mı, rezil oluşuma mı?
K. Andoni
Yer: N/A
Tarih: N/A